#

1 Nisan 1999 Sayı: 18

Merhaba,

Bu günlerde Yer6’nın biraz zorlanmakta olduğunun farkındasınızdır. Hem geç hem de güç yayınlanıyoruz. Artık “15 günde bir yayımlanır” diye kasım kasım kasılmak hayâl oldu. Hele İnternet versiyonumuzu barındıran web sitemizi güncellemekte iyice ihmalkar davrandığımızı kabul etmek zorundayız. Netekim, yaşam devam ediyor ve Yer6 hâlâ yaşıyor. Her şeyin eskisi gibi olabilmesi için, yazar grubumuzun İstanbul kanadını oluşturan arkadaşların baharın gelmesiyle birlikte kış uykusu modundan çıkacaklarını ummaktan başka bir şey gelmiyor elimizden. Öte yandan Okur-Yazar takımından olup da, “valla yazıcam, bak yazıyorum, yazdım ama unuttum, inşallah önümüzdeki sayıya” gibi mazeretler üreterek yalnızca okuyucu olarak kalmaya devam edenlere sitem etmekten kendimizi alamıyoruz. Umarım söz gideceği yeri bilir...

Gelelim bu sayıya. Müzmin, insanı sorguladığı yazılarına devam ediyor ve bu sayıda, yabancısı olmadığımız yabanlığımızı irdeliyor. Abartman, yılların geyiğini yeniden gündeme getirdi ve Kızılderili akrabalarını Yer6-18’e verdiği ilan ile aramaya başladı. Yazman, anılarını ballandıra ballandıra anlatmıyor bu sefer; 2000 yılı sendromu; kıyamet korkusuna dokunduruyor. Esef, Kosova’da olup bitenleri tarihin damıtıp biriktirdiği duru sudaki yansımaların ışıltısında Haçlı Seferleriyle bağdaştırıp değişik bir bakış açısı getiriyor önümüze. Yer6 orkestrasına yeni bir solist katıldı bu sayıdan itibaren. Sözcüklerle Solo yapan biri.

Evet, tüm gecikmeler, tüm sıkıntılar, çıtlattığımız ve çıtlatmadığımız tüm diğer dertlere karşın Yer6 hala ısrarla yayınlanmaya devam ediyor.

Kalem: SOLO

MİLYONLAR hanesinde istifçiler-vurguncular.

YÜZBİNLER hanesinde sahtekarlar-yalancılar.

ONBİNLER hanesinde hancılar-hamamcılar.

YÜZLER hanesinde semerciler-palancılar.

ONLAR hanesinde köylümüz-efendimiz.

BİRLER hanesinde biz...

Yazman’ın Kehaneti

Bu yazı, Semavi Dinlerin Kıyamet inancına muhalif olarak kaleme alınmamıştır.

Benim derdim, kıyamet tellalları ve kıyamet spekülatörleri değildir. Onlar nihayetinde rant sağlamak amacıyla işlerini yapıyorlar. Benim asıl derdim, bu Dallema'lara prim vererek bu pazarı ayakta tutan kıyamet bekleyicileridir.

Armageddon, Yedinci İşaret, Kurtuluş Günü, vb. gibi kıyamet senaryolu filmlerin nasıl iş yaptığına bir baksanıza... Bilet bulmak için kuyruklarda beklemek zorundasınız ya da benzer içerikli kitaplar, yayınlar oldukça geniş kitlelerde pazar bulabiliyorlar.

Kıyamet kurgusu tasarımcılığı, oldukça eskilere dayanan, zor bir zenaat'tır! Sigortası, emekliliği olmasa da, çok şükür kazancı iyidir, itibarlıdır da... En kötü ihtimalle mahalle arası medyumu, en iyi ihtimalle de kendinizi şeyh, veli, hatta mehdi ilan edersiniz. Her halükarda size saygı duyan, geçiminizi sağlayan geniş bir etki alanınız olur. Bu sadece bizim ülkemizde değil, tüm dünyada varolan en az iki bin yıllık bir fenomendir.

Yurdum insanlarının ithal mallara olan düşkünlüğünü anlayabiliyorum. Nihayetinde kalite arayışı ve ihtiyaç söz konusudur. Ancak CENNET YURDUMUN!.. (Yurdumdan cennet diye bahsedenler nedense TRT karşısındaki elçilikte vize kuyruğu bekliyorlar.) Evet, ne diyordum... Cennet yurdumun insanları neden ithal kıyamet kurgularına bu kadar itibar ediyorlar? Düşünsenize, her mahallemizde en az bir medyum, tarikat ya da şeyh mevcutken ve bunların ciltler dolusu sanrısı varken, neden yabancı kahinlerin kokain ve LSD kokulu ithal kehanetlerine bu kadar önem veriyoruz? Nihayetinde oradakilerin de çalışma prensibi bizimkilerle aynı... Ne zaman belli başlı gözlemevleri iri bir meteor ya da doğal olmayan güneş lekesi gibi bir bilimsel rapor yayınlasa, bütün dünyadaki medyumlar söz birliği etmişcesine kıyamet vahiyleri almaya, şeyhler, müritler rüyalarında kıyamet haberi veren melek, peygamber görmeye başlar. Dünyanın bir çok ülkesinde mesihler, mehdiler, kurtarıcılar enflasyonu yaşanır, birileri de deccal ilan edilir ve hep birlikte kıyamet beklenir ve nedense final bir sonraki yıla ertelenir.

Bu yıl kıyamet beklentisi maksimum düzeydedir. Dünyadaki bütün kahin ve medyumlar neredeyse ortak deklerasyon imzalayıp, genelge yayınlayacaklar. Bu yılda (1999) bu kadar kararlı olmalarının sebebi ise, pirleri olan muhterem(!) Nostradamus efendiye olan derin inançlarıdır.

Eğer siz de 1999'da kıyamet kopacağına inanıyorsanız, AİLENİZİN KAHİNİ YAZMAN'A KULAK VERİN...

Eğer müslümansanız, kıyametin alamet ve işaretleri çok açık bir şekilde Kuran'da yazıyor. Alametler kıyamet öncesi geniş zamana, işaretler ise kıyamet arifesi yakın zamana dikkat çeker.

Alametler bin yıl önce de vardı, ancak Kuran'da bulunan büyük işaretlerin hiçbirisi henüz oluşmamıştır. Gerek Kuran, gerekse bu dinin peygamberi, asla tarih vermemiştir. Daha da önemlisi, tarihini hiçbir kimsenin bilemeyeceği belirtilmiştir.

Eğer Hıristiyan ya da Yahudi iseniz, kıyametin belirli işaretleri (alametlerden bahsetmiyorum) İncil'de ve Tevrat'ta yazmaktadır ve teki dahi henüz gerçekleşmemiştir.

Eğer Hinduist iseniz, kesin ve net belirtilen kıyamet tarihinize yaklaşık 250 yıl var.

Yok eğer bütün bunlara itibar etmeyip Muhterem(!) Nostradamus efendi hazretlerinin kıyamet kehanetine itibar ediyorsanız, bilmenizi isterim ki, Nostradamus (Temmuz 1999) bu tarihi kıyamet tarihi olarak verirken, kullandığı takvim Jülyen takvimiydi. Gregoryen (bugünkü miladi) takvime daha sonra geçildi; sizin anlayacağınız, Nostradamus'un takvimine göre, bu yıl hala 1980'lı yıllardayız. Unutmadan, bu zatı mübareğin 700 kehaneti arasında net anlaşılır, gerçekleşmiş tek bir kehaneti yoktur. Hepsi günümüz kahinlerinin arzu ettiği gibi yorumlayabileceği yuvarlak laflardan oluşan dörtlüklerdir. Tüm diğer kıyamet tellalı kahinlerin de üslubu aynıdır; yuvarlak, esnek, nereye çekersen çek...

Ama biri var ki, hiç öyle belirsiz, flu laflar etmiyor. Her ne derse çıkıyor. Kesin ve net tarih veriyor. Kim mi? Tabi ki ailenizin kahini YAZMAN! İşte, size net, anlaşılır, esnek olmayan kesin bir kehanet:

- Ne 1999'da, ne de 2000 yılında kıyamet filan kopmayacak. Oturun oturduğunuz yerde; Benim haricimde bütün kahin ve medyumlar yanılıyorlar. Nereden mi biliyorum? Tabi ki kristal küreme baktım. Peki ne zaman mı kopacak? İnat değil mi, söylemiyorum işte, kendiniz bulun...

Not: Mutlaka öğrenmek isteyenlere makul bir ücret karşılığı bir kolaylık yaparım.

Not2: Grup indirimi yapılır.

Gözlerinizden itina ile öperim

Ailenizin Kahini YAZMAN

 

Haçlı Seferleri Devam mı Ediyor?

Kalem : Esef

Kudüs’ü Müslümanların elinden kurtarmak amacıyla başlatılan ilk Haçlı Seferleri’nin üzerinden 903 yıl geçmiş. Asıl amaçları, Avrupa içlerine sızmaya başlayan Müslüman Türk nüfusunu durdurmak, onları geldikleri yere geri göndermek olan bu seferlerde, “Kudüs’ün kurtarılması” aslında bir bahaneydi. Bu görüşümün nedenlerini aşağıda açıklamaya çalışacağım :

“Haçlı Seferleri” ismi, genelde Katolik olmayan Hıristiyanlar, putperestler ve Müslümanlara karşı açılan savaşlara verilmekte ise de sonunda Türklere karşı yapılan seferlere özgü bir ad olarak bilinip yerleşmiştir. Ben burada özellikle bir başlangıç olması açısından I. Haçlı Seferi’ne, ayrıntılı olarak deyinmek istiyorum. Türkler Kudüs’ü 1070 yılında Şii Fatımilerin elinden almıştı. Selçuklu komutanı Atsız, hükümdarı Alp Arslan adına şehri fethetti. Bu tarihten yaklaşık yirmi yıl sonra, Yalınayak Piyer (Cucupietre) adında Fransız bir keşiş ibadet amacıyla Kudüs’e gelir. Ve meşhur Kamame Kilisesi’ni de ziyaret eder. O yıllarda Hıristiyanlar Kudüs’ü serbestçe ziyaret edebiliyorlar ve ibadetlerini de istedikleri gibi yapıyorlardı. Zira Hz. Ömer 637 yılında şehri Bizanslılardan almış, burada yaşayan Hıristiyan ve Yahudilerin hiçbir dini imtiyazına dokunmamıştı. Bu gelenek, Kudüs Türklerin egemenliği altındayken de bozulmamıştı. Fakat Keşiş Piyer Avrupa’ya döndüğünde; istediği gibi gezip ibadet etmesini bir kenara bırakarak, yerli Hıristiyanların çok ağır işkenceler çekmekte olduğu, Kamame Kilisesi’nin Türk şövalyeleri tarafından çiğnendiği ve “Hz. Muhammed’in İsa’yı yere yatırarak yendiğini” betimleyen resimlerin elden ele dolaştığı safsatalarını yayar. Güya yanında, Kudüs Rum Patriği’nin Papa’ya teslim etmek üzere verdiği şehrin anahtarları da vardır. Papa II. Urbain bu durumdan yararlanarak halkı galeyana getirdi ve Müslüman Türklerle savaşacak herkesin günahlarının af olunacağını bildirdi. Hatta daha da abartarak bu listeye, savaşa gideceklerin akrabalarını da dahil etti. Katoliklerin inancı son derece kökleşmiş olduğundan, papazların sözlerini geçirmeleri son derece kolay oluyordu. Bu din adamları halka, “Müslümanların ve özellikle Türklerin, Kudüs’ü ziyarete giden Hıristiyanlara zulüm ve işkence yaptığı” dedikodusunu işlemekteydiler. Günümüz tarihçi ve yazarları da aynı iddiaları öne sürmektedir. Örneğin Paris Enstitüsü tarihçilerinden Seignobos Haçlı Seferlerini şöyle anlatmaktadır: “ XI. Yüzyılda yeni bir tür Müslüman türedi ve Anadolu’yu istila ederek Kudüs’ü de zapt etti. Bunlar Türk ırkına mensup olup, Araplardan daha cahil ve daha gaddar oldukları için, Hıristiyan hacılara zulüm etmeye başladılar.”

Papa II. Urbain 1095 yılında, İtalya’nın Plaisance şehrinde topladığı Ruhani Meclis’e Bizans İmparatoru Alexi’nin temsilcilerini de çağırdı. Bu temsilciler Anadolu’da yaşayan Türkler ile Bizans arasında bir tek Boğaz engelinin kaldığı, bu durumun Doğu İmparatorluğu için büyük bir tehlike haline geldiği ve tehlikenin Batı uluslarına da bulaşabileceği uyarısında bulundular. Bu ifadeleri dinlerken meclis üyeleri ağlamaya başladı. İkinci meclis Fransa’nın Clermont d’Auvergne kentinde 26 Kasım 1095 tarihinde toplandı. Papa, yüksek bir kürsüye çıkıp Haçlı Seferi yapılmasını söyleyince, binlerce insan “Allah böyle istiyor” diye bağırmaya başladı. Cevap olarak Papa, “Allah elbette böyle olmasını istiyor. Bunu Ruh-ül Kudüs emretti, İsa’nın savunucularının çabalarını coşturacaktır” diye karşılık verdi. Yola çıkış tarihi olarak da ertesi yılın Ağustos ayının onbeşinci günü kararlaştırıldı. Ayaktakımından oluşan kitleler, düzenli ordudan önce hazırlandı. Birkaç soylu ile birlikte, papaz, keşiş, çok sayıda haydut ve fahişe ile karışık 60.000’i aşkın zavallılar alayı 1096 yılında Fransa ve Almanya’dan hareket etti. Başlarında keşiş Piyer vardı. Fakat serserilerin gerçek reisleri (belki inanmayacaksınız ama), bir KAZ ile bir KEÇİ idi. Bu hayvanları kalabalık sürülerinin başına koymuş olan Hıristiyanlar, onlara “İlham-ı Rabbani” (Tanrısal yaratıcılık) atfetmekteydiler. Yol boyunca Avrupa’nın çeşitli yerlerinden günahlarının affedileceğine inanan serseri ve çapulcular, bu sürüye katıldılar. Öncelikle Verdun ve Ren nehri kıyılarında yaşayan Yahudileri, İsa’nın katili olarak kabul ettiklerinden, öldürüp mallarını yağmaladılar. Bulgar, Macar ve Rumları “bir çeşit Türk” olarak saydıkları için onlara da saldırdılar. Böylece bu ulusların kin ve nefretlerini üzerlerine çektiler. Nitekim Niş şehrinde Bulgarlar bu çapulcu ordusunu darmadağın etti. 10.000 kişi kaybettiler. Geri kalanlar ormanlara kaçtı. Yeniden yola koyuldukları zaman sayıları 30.000 kadardı. İstanbul önlerine geldiklerinde, tehlikeyi gören İmparator Alexi, onları hemen karşı kıyıya geçirerek Boğaziçi’nin Anadolu kıyılarını almalarını öğütledi. Onlar ise İznik’e doğru ilerleyerek korkunç katliamlarına başladılar. Türk çocuklarını yakalayıp pişirmek için dilim dilim kesiyorlar, kazığa oturtup türlü işkenceler yapıyorlardı. Türk ordusu bu haşaratı İznik dolaylarında dağıttı. Böylece ilk Haçlıların 30.000’i Anadolu topraklarında gömülmüş oldu. Fakat arkadan Güney Fransızları, İtalyan Normanları, Fransa’nın kuzeyinden ve Flandre’den hareket eden Almanlar’dan oluşan 600.000 kişilik düzenli bir ordu geliyordu. Çapulcu alayını temizleyen Kılıç Arslan yeni kuvvet toplayabilmek için diğer illere gitmişti. Yeni akını haber alınca yeterli kuvvet toplayamadan geri döndü ve Haçlıların üzerine yürüdü.

Bu arada, Haçlılar iki kola ayrılmış ve birinci kol şimdi İnönü adı verilen Gorgoni’ye gelmişti. Savaş burada oldu. Türkler bu öncü kolu dağıtmak üzereyken, Haçlı ordusunun ikinci bölümü tepelerde görüldü. Kılıç Arslan geri çekilmek zorunda kaldı. Haçlılar ise ilerlemeye devam ettiler. Geçtikleri yerlerde, çocuk, kadın, ihtiyar demeden herkesi kılıçtan geçiriyor, şehirleri yakıp yıkıyorlardı. Antakya çevresine geldiklerinde erzaklarını tükettiklerinden açlık tehlikesi baş göstermeye başladı. Bu sefere katılmış olan Foucher de Chartres adındaki papazın ifadesine göre, Haçlılar çevrede yağma etmedik bir şey bırakmadıklarından ot, ağaç kabuğu ve kökü, at, eşek, deve, köpek, hatta fareleri bile yiyorlardı. Bunları da bulamadıklarında tek seçenek olarak, büyük bir iştahla insan eti yemeye başladılar. Bu konuda, yine sefere katılmış olan Richard de Pelerin (Hacı Rişar), “Chanson d’Antioche” (Antakya Destanı) adlı eserinde şunları yazıyor :

“Asaletli Piyer l’Ermit otağının önünde oturuyordu.

Kral Tafur bir çok adamları ile çıkageldi.

Bunlar bin kişiden fazla ve açlıktan şişmişlerdi.

‘Asaletmeab! Rahmeti Rahman adına bana yol göster,

Zira açlıktan ve zayıflıktan ölüyoruz,’ dedi.

Piyer cevap verdi: ‘Korkak olduğunuzdandır.’

Haydi, şurada ölmüş yatan Türkleri toplayınız,

Tuzlar ve pişirirseniz, pekala yenir onlar.’

Kral Tafur, ‘Doğru söylüyorsunuz,’ dedi.

Otağ’dan ayrıldı, avenesini çağırdı,

Toplandıklarında on bin kişiden çoktular.

Türkler yüzüldü, bağırsakları çıkarıldı,

Etlerinden haşlama ve kebap yapıldı.

Doyasıya yediler, amma ekmeksiz olarak.

Bunu gören putperestler (Türkler) pek korktular,

Et kokusundan hep duvarlara dayandılar.

Yirmi bin putperest bu aveneyi seyretti;

Ağlamadık Türk kalmadı.”

(Antakya Destanı, Brentano, 57-58)

Çayırlarda artık Türk ölüsü bulunmayınca :

“Mezarlıklara vardılar, ölüleri çıkardılar,

Hepsini üst üste yığarak bir tepe oluşturdular,

Çürümüş olan bağırsakları Nehr-ül As’a (Asi Nehri) attılar ;

Etlerin derilerini yüzüp rüzgarda kuruttular.”

(Antakya Destanı, Brentano, 58)

Haçlılar, yurtlarından yola çıktıktan üç yıl sonra Kudüs’e ulaştılar. Tarih 15 Temmuz 1099 Cuma idi. Tarihçi Michaud’un anlattığına göre dehşet verici bir katliama başladılar. Halbuki şehri elinde tutan Şii Fatımiler Haçlılara karşı koymamışlardı. Buna rağmen kadın, erkek kimi buldularsa boğazladılar. Yetmiş bin Müslüman öldürdüler. Yahudileri de Sinagog’ta diri diri yaktılar. Haçlı kumandanı Godefroy de Bouillon, Papa II. Urbain’e gönderdiği mektupta şöyle diyordu :

“Kudüs’te bulduğumuz düşmanlara ne yapıldığını öğrenmek isterseniz, biliniz ki : Süleyman Tapınağı’nın kapısı önünde ve tapınağın içinde bizimkilerin atları dizlerine kadar Müslüman kanlarına basarak yürüyorlardı.”

Papa’ya bu haberi gönderen Godefroy’un heykeli Brüksel’deki “Kral Meydanı”nda, St. Jacques-sur Coudenberg Kilisesi’nin önüne gururla!. dikilmiştir. Herhalde her milletten insanın kasabı olmasının gururu...

Haçlıların “Tanrının Düşmanları” adını verdiği Türkler, Salahaddin Eyyubi komutasında, 3 Kasım 1187’de, yine bir Cuma günü Kudüs’e girdi. Haçlılar Kudüs’ü aldıklarında kedilere, tavuklara varıncaya kadar bütün canlı yaratıkları boğazladıkları halde Salahaddin Eyyubi, bir tek Hıristiyan’ın burnunu kanatmadı. Bu topraklara yabancı olan bütün batılıların 40 günde Kudüs’ten ayrılmalarını emretti. Esirler için de bir kurtuluş fidyesi saptadı.

III. Haçlı seferinin başarısızlıkla sonuçlanmasından sonra düzenlenen altı (kimi yazarlara göre ise beş) Haçlı seferi Kudüs dışındaki ülkelere yapılmıştır. Dördüncüsü Bizans’a, beşinci ve yedincisi Mısır’a, sekizincisi Tunus’a, son Haçlı Seferi ise İzmir’e düzenlenmiştir.

Altıncısı ise en komiğidir. Papa IX. Greguar, Almanya İmparatoru II. Frederick’e Haçlı Seferi’ne gitmesini emreder. Fakat ikna edemediğinden hemen onu aforoz eder. Fakat Roma’da baş gösteren bir ayaklanma sonucu Papa kaçmak zorunda kalır. Bu kez de Frederick, Kudüs’ü fethetmeye karar verir. Papa ise, onun aforoz edildiğini söyleyerek karşı çıkar. Frederick Papa’yı dinlemeyerek yola koyulur ve Filistin’e kadar gelir. Türkleri yenmenin ve Kudüs’ü almanın imkansız olduğunu anlayınca Frenklerin de ibadet amacıyla Kudüs’e gelebilmeleri konusunda on yıllık bir anlaşma imzalayarak geri döner. Zaten böyle bir hak Halife Ömer zamanından beri Hıristiyanlara tanınmıştı. Belki de Frederick, “bu kadar yolu gitmişken boş dönmek olmaz” diye düşünmüştür. Kim bilir?..

Geçmişi böylece hatırladıktan sonra günümüze dönüp Bosna’da yaşanan ve Kosova’da yaşanmakta olanları bir düşünelim. Sırpların bilinçli olarak yaptıkları ve NATO’nun da müdahale eder gibi gözüktüğü etnik temizleme ve yerleşim yerlerini boşaltma harekatı, bu satırların yazıldığı zamana kadar devam ediyordu. Üstelik Ruslar da bu duruma destek olduklarını göstermek için, meydan okuyan bir eda ile, gemilerini Adriyatik Denizi’ne göndermeye başlamıştı. Aklıma, tarihte yine Haçlı Seferleri diye anılan ve Osmanlılara karşı düzenlenen Sırpsındığı, Çirmen, Birinci Kosova, Niğbolu, Varna ile İkinci Kosova Savaşları ve Haçlıların bozguna uğramaları geldi. Zaman onlar için intikam alma zamanı... Türkleri ve Müslümanları Avrupa’dan atma hayallerini, yavaşça değil tam tersine hızlı bir şekilde gerçekleştiriyorlar... Biz ise uyumaya devam ediyoruz. İyi uykular!...

 

 

Amerika Türkleri (1)

Kalem: Abartman

Yüzyıllarca Osmanlı politikaları altında kimliğini yitirmiş Türk, Cumhuriyet ilanından sonra, yeni devletin yaşayabilmesi için kendisine olan saygısını yeniden kazanmak, nereden geldiğini, kim olduğunu hatırlamak, dünya üzerinde oynadığı rolün farkına varmak ve en önemlisi; ümmet’ten ulus bilincine geçmek zorundaydı. Bu zorunluluk Türk Tarih Tezi’ni ortaya koydu. Bu tez, bilinen medeniyetlerin hemen hepsinde Türki unsurların bulunduğuna, dünya üzerinde konuşulan dillerin temelinin Ön-Türkçe’de yattığına, Avrasya’da kurulup gelişmiş Eti, Sümer gibi uygarlıkların Türk kanı taşıdığına, İtalya’da gelişmiş ve bugüne kadar kaynağı saptanamamış Etrüsklerin aslında Uç-Türk boylarının yarattığı bir uygarlık olduğuna kadar uzanan, şüphesiz belgelenmesi ve kanıtlanması çok zor savlar içeriyordu. Gerek Türk Tarih Tezi, Gerekse Güneş Dil Teorisi, kraldan fazla kralcı olanların, amatör heveslilerin, ve haktan yana görünüp saman altından su yürütenlerin çabaları sonucu ütopik, temelsiz bir fanteziye dönüştü. Sosyal Bilimlerin ilkelerini tam olarak belirleyemediği, egemen kültürün bu gün olduğu gibi o gün de Batı’nın hükmünde olduğu dönemlerdi. Bilimin her yapı taşının bir altındakinden güç alması gerekliliği zaman zaman göz ardı edilerek ileri sürülen savlar, içlerinde gerçek kırıntıları olsa bile bilimsel formlara uymadıkları için yitti gitti. İşte bu yitik savlardan biri, son yıllarda yeniden canlanıyor. Amerika Kızılderililerinin Türklerle akraba oldukları yeniden kulaktan kulağa fısıldanıyor, geçmişteki deneyimlerin etkisiyle biraz daha bilimsel yöntemlerle bu akrabalık kanıtlanmaya çalışılıyor.

Biz de bu yazı dizimizde, bir amatörün gayret ve heyecanıyla haddimizi aşma riskine girmeden konuyla ilgili bulguları işleyecek ve konuyu elle tutulur bir hale getirmeye çalışacağız.

Amerika yerlilerinin Türklerle olan akrabalıklarına girmeden önce yanıtlanması gereken bir soru var: “Neden Kızılderililerin Asya kökenli olabilecekleri düşünülüyor?” Bunun yanıtı tüm görsel benzerlikler, kültürel unsurlardaki örtüşmelerin ötesinde antropolojik bilgi aktarımından da destek almakta.

Amerika kıtasında bulunabilen en eski insan fosilleri 30-40.000 yıl öncesinden kalma. İnsanın daha eski evrim zincirinin basamaklarına dair bir bulgu yok bu kıtada. Bulunabilenler bugünkü insanın son evrim noktası olan Homo-Sapiens’e ait. Homo-sapiens ise dünya yüzeyinde 40.000 yıl önce belirmiş. Sonuç olarak, Amerika’ya yerleşip daha sonra Eski Dünyalılar tarafından YERLİ olarak adlandırılanların aslında Asyalı olabilecekleri gerçeği seriliyor önümüze. Bu bilgiden çıkarılacak bir başka veri de, Amerika’nın keşfi diye bir şey olmadığı, ancak Amerika’nın Avrupalılar tarafından yeniden keşfinden söz edilebileceği.

Bilirsiniz, yol yordam bilmeyenlere atfen “Amerika’yı yeniden keşfetmeye gerek yok” deriz. Bu yol yordam bilmeyişlerini keşiften hemen sonra sergilemeye başlayıp 19. yüzyıl sonlarına kadar sürdürdükleri vahşet tablolarıyla da kanıtlamaktan geri kalmamışlardır. İlerleyen satırlarda bu konuya da deyinmeye çalışacağız.

Göçler

Tarih içinde Amerika kıtasına göçlerle ilgili pekçok sav ileri sürülmüş. Bunlardan kimisi tutarlı, kimisi ütopik. Ütopik olanları, Kayıp Kıta olarak bilinen MU’nun batmasıyla buradaki halkın Amerika ve Asya’ya sığınışlarından tutun da, uzaylı göçmenlere kadar geniş bir perspektife uzanıyor.

Tutarlı olanları ise, Asya’dan Bering Boğazı yoluyla 32.000–12.000 yıl öncesinde yapılan göçleri ve Atlas Okyanusu üzerinden olabileceği varsayılan denizcilikten anlayan Etrüsk (Tirh) göçü düşüncelerini içeriyor.

Asya ile Alaska arasında yeralan Bering Boğazı kimi yerinde 52, kimi yerinde ise 60 km. uzunluğunda ve boğazın orta noktasında her iki kıtayı da görmek olası. 70.000 yıl önce Buzul Çağının son bulmasının ardından Bering boğazı zaman zaman kara ile kapanmış ve Beringia Karası olarak da adlandırılmış. Günümüzden 14.000 ile 10.000 yıl önce de suların tekrar çekilmesiyle bu boğaz Amerika kıtasına geçit verir olmuş ve en büyük göçler bu tarihler arasında gerçekleşmiş.

Eskimo’lar ve Aleutlar’ın ise Asya’dan 11.000 yıl önce göçerek Kuzey Amerika’nın en kuzeyine Kutupa, Labrador ve Groenland’a yerleştikleri düşünülmekte.

Öte yandan MÖ. 2000-1000 yılları arasında Etrüsklerin de Akdeniz’den çıkarak Meksika’ya ulaştıkları, buradaki Olmek Kültürüyle Etrüsk kültürü arasında bağ kuran araştırmacılar tarafından ileri sürülmekte. Atlas Okyanusu yoluyla bir erişimin tarih öncesi çağlarda da olabileceğini kanıtlamak isteyen Norveçli Arkeolog Thor Hyerdahl 1946’da Kon-Tiki, 1969’da Ra-1 ve Ra-2 tekneleriyle yaptığı denemelerle (Eski Mısır uygarlığının tekne yapım teknikleriyle yapılmışlardı) ilkel denizcilik bilgileri ve ilkel teknelerle de Atlas Okyanusunun aşılabileceğini kanıtlamıştı.

Avrupa’nın ilk ziyareti

Etrüsklerinkini göç sayarsak, Avrupa’nın Amerika’ya ilk ayak basışı Kolomb’dan 500 yıl kadar önceye rastlar. 900’lü yılların sonlarında Norveç veya İzlanda’dan yola çıkan Vikinglerdir ilk ziyaretçiler. Günümüzde Massachussets olarak bilinen yere ulaşmış ve bu topraklara Vineland ismini vermiş olduklarını Viking Sagaları yazar. Aralarında Tyrker isimli bir Türk’ün de bulunduğunu söylemeden geçmeyelim.

Göçlerden söz etmişken, göçerlerin yalnızca insan soyundan olanlarla sınırlı kalmadığına da deyinelim.

At, tarihin derinliklerinde bildiğimiz halinden daha küçük bir hayvan olarak yalnızca Amerika kıtasında yaşarken, herkes gider Mersine ben giderim tersine misali, bir şekilde hemen hepsi önce Asya’ya geçmiş, oradan da dünyaya yayılmışlar. Sonraki bin yıllarda da, Amerika’da kalanları insanlar tarafından avlanmış ve bu kıtada soyları tamamen tükenmiş. Bu tükeniş o denli eski tarihlerde gerçekleşmiş ki, Kızılderililerde at’ın en ufak bir anısı dahi kalmamış. Ta ki, İspanyollar kendi kıtalarından getirdikleri atlarla Amerika’ya ayak basana değin. Bu ayak basışın haberi bir ulak tarafından Aztek hükümdarına, “dört ayakları olan, suratı tüylü (sakallı) tanrılar geldi, ama bazen ortadan kopuyor, biri iki ayaklı, diğeri dört ayaklı iki yaratık olarak ayrılıyorlar” diye iletilir.

Amerika yerlilerinin yaşayışlarını ve bildikleri dünyalarını değiştirecek en büyük göç, 1492 yılında Kolomb ile başladı kuşkusuz. İnsanlar ve atlar...

Yerli

Amerika yerlilerinden söz ettiğimizde çoğu kişinin aklına tek tip, western filmlerinin etkisiyle olsa gerek, kovboylarla savaşan, saldırgan, kafa derisi yüzen vahşi ve acımasız bir ırk geliyor. Oysa yerli denildiğinde anlaşılması gereken bu olmamalı. Tersyüz edilmiş bir öyküye inanmak anlamına gelir bu. Vatanı, önceleri dostlukla karşıladıkları, uzaklardan gelen, hırslı yokedicilerce işgal edilmekte olan Kızılderilinin öyküsü hayli hazin. Katliamlar, ihanetler ve tutulmayan sözlerle dolu. Kelimenin tam anlamıyla bir soykırım öyküsü bu. Yalnızca yaşam alan bir soykırım değil, aynı zamanda Kızılderili kültürünü de çarkları arasında öğüten, yokeden bir cinayetler zinciri.

Unutmamalı ki, bir uçta avcılık ve toplayıcılıkla geçinen, doğayla içiçe bir yaşam sürdüren Kuzey Amerika Kızılderilileri’nin hemen yanı başında yüksek medeniyetler kurmuş Güney Amerika Kızılderilileri de bu soykırımdan nasiplerini aldılar. Bu medeniyetler öylesine yükselmiş ve kent yaşamına Avrupa’dan o kadar önce geçmişlerdi ki, Azteklerin Tenohtitlan başkentine oranla Avrupa’nın tüm başkentleri bir araya gelse bir köy büyüklüğünde bile sayılmazdı. Matematikte ve Astronomide çok yol katetmiş, Hintliler ve Doğululardan 1000 yıl, Avrupalılardan ise 1500 yıl önce “0”ı keşfetmiş ve hesaplarında kullanmaya başlamış, gök olaylarını ve mevsim dönüşümlerini günümüzün hassas elektronik aletleri ve yüksek matematik bilgisiyle hesaplanan kesinliğe çok yakın değerlerle saptayabilmişlerdi.

Belki de Amerika yerlilerinin gerçek kökenlerinin tespitinde en büyük engeli oluşturan da bu soykıyım. Düşünün ki bir kültürün tüm sanat eserleri yağmalansın, tüm yazılı belgeleri yok edilsin, bazı kabileleri tek bir fert kalmamacasına kılıçtan geçirilsin. Geriye kalanlar köle yapılsın, Avrupa’ya götürülsün, diğerleri zorla binlerce yıllık inanışlarından, onları kendileri yapan törelerinden sökülsünler ve bunun ismine Tanrı’nın yoluna sokmak, Hıristiyanlaştırmak denilsin, öz dilleri İspanyolca, Fransızca ve İngilizcenin hükmü altında yitip gitsin.

Bu duruma getirilmiş Yerli’nin kökenini saptayıp, ona “sen busun” demek pek mümkün değil artık. Rakamlar oldukça çarpıcı olan bu gerçeği önümüze olanca açıklığıyla koyuyor. 16. yüzyılda Kuzey ve Güney Amerika kıtalarındaki toplam nüfusları 55 milyon olan Amerika yerlileri bugün Güney Amerika’da 15 milyon, ABD ve Kanada’da ise 1,5 milyon kadardır. 16. yüzyıldaki nüfusun bu dış etki”nin olmaması halinde bugün 200 milyona ulaşmış olması gerektiği düşünülürse katliam sözcüğünün hayli yetersiz kaldığı, neredeyse büyük bir yokedişe uğradıkları gözlerinizin önünde netleşecektir sanırım.

Gelecek sayıda, Atatürk’ün konuya duyduğu ilgi ve dönemin Meksika Büyükelçisi Tahsin Mayatepek’in 14 numaralı raporu üzerinde duracağız.

Vahşet!

Kalem: Müzmin

Varolduğumuz günden beri, hiç bitmeyen çatışmalarla, savaşlarla, çelişkilerle yaşıyoruz. Bu çatışmalar, savaşlar, çelişkiler sadece insanın dış dünya ile yaşadıklarını değil, yanı sıra kendi içinde yaşadıklarını da içeriyor.

Milyonlarca yıl alan ve hala da devam etmekte olan evrim süreci boyunca, sayısız değişimle başa çıkma gücünü bulan, yaşamak için binbir türlü savunma mekanizması geliştirmeyi başaran ve sonuçta ayakta kalabilen insan, nasıl oldu da kendisine yaşattığı onca acıya karşın, çatışma, savaşma, çelişme güdüsünü, olağanüstü donanımının ayrılmaz bir parçası haline getirebildi? İnsanın doğasını, hem kendine hem de çevresine karşı yıkıcılığını, yoketme eğilimini açıklamaya çalışan sayısız kuram olmasına karşın, gerçekten de yanıtlanması çok güç bir soru bu...

Doğumundan başlayarak, ölene dek sürekli bir şeylerle savaşan ve çatışan, çatışacak dışsal bir öğe bulamadığında işi gücü bırakıp kendisiyle kavga etmeye başlayan bu varlığı anlamak güç... Hiç bir nedeni yokken, küçücük bir kedi yavrusuna akıl almaz işkenceler yapan, elinin uzanabileceği yükseklikte duran, henüz sürgün vermiş bir ağacın dalını kopartan az yaşamış, az görmüş bir varlığı anlamak güç...

Çok yaşamışlığı, çok görmüşlüğü, yıllardır edindiği birikime, atlattığı onca badireye karşın, yaşadıklarından pek az şey öğrenebilmiş, yaşamın özünü yakalamakta yeterince başarılı olamamış, doğanın ayrılmaz bir parçası olabilmek, kendisine, başkalarına ve çevresine zararı olmayan bir varlık olabilmek için mutlaka ölmesi gereken insanı anlamak güç...

Kabul etmeliyiz ki Vahşet içimizde.

Evrim sürecimizin, uygar yaşadığımız bölümünden çok daha büyük ve temel bölümünü doğanın kuralları içerisinde, acımasız yaşam savaşımlarında geçirdik ve vahşet hala damarlarımızda dolaşan, genlerimizde taşıdığımız ana parçamız. Teorik olarak ortaya konulan “insanlık ideali” ile yaşanan “insanlık” arasında fark var. Ve bu farkın kapatılabilmesi için belki milyonlarca yıllık bir evrime daha gereksinim duyuyoruz. Düşünce ve akıl yolu ancak bu olası evrimin katalizörü olabilir.

Kalem: SOLO

Bizim gözümüz kör

Bizim başımız kel

Bizim burnumuz sümüklü

Bizim TORPİLİMİZ yok

Bizim derdimiz var türlü türlü.

Sizin saçlarınız vıcık vıcık briyantin

Sizin gözünüzde altın çerçeveli gözlük

Sizin elleriniz hünerli

Arkanızda dağ gibi dayınız

Altınızda Cadillac sekiz silindirli.

Onları tanımazsınız

Onlar karanlıkta yaşar

Onlar solgun yüzlü-kirli-pasaklı

Onların duymadığı bir şarkıdır saadet

Onlar bizden de beter- onlar zavallı...